Skip links

Dilin Toplumsal Gücü

Toplumsal normların en güçlü taşıyıcısı bazen bir atasözü, bazen bir deyim, bazense tek bir sıfattır.

Dil, tarih boyunca toplumla birlikte şekillenmiş, onunla değişmiş, dönüşmüş; onunla birlikte nefes almış, onunla yaralanmış, iyileşmiş, büyümüş ve göç etmiştir. Bu nedenle dil, yalnızca bir iletişim aracı değil; aynı zamanda toplumsal hafızanın taşıyıcısıdır. Toplumun yaşadığı travmalar, iyileşme süreçleri, kırılma noktaları ve direniş hareketleri dile doğrudan yansımıştır.

Ve işte tam da bu yüzden dil ve toplum, bir madalyonun iki yüzü gibi birbirini kucaklamıştır. Dil, toplumu yansıtır ama aynı zamanda onu şekillendirir, sınır çizer ve yön gösterir.

Ne söylediğimiz, neyi söylemediğimiz kadar önemlidir çünkü söylediklerimiz eylemlerimizi eylemlerimiz de söylemlerimizi etkiler. Bu karşılıklı etkileşim içinde bazı kelimeler güç kazanır, bazıları sessizleşir bazıları dillendikçe meşrulaşır bazılarıysa yok sayıldıkça görünmez olur.

Bu yüzden bugün hâlâ “adam gibi” deyimi bir erdemi, bir düzgünlüğü ifade ederken; “kadın gibi” olmak küçültücü, zayıflatıcı bir anlama bürünmüşse, bu yalnızca dilin değil, toplumun bilinçaltının da resmidir

“Kadın mühendis”e hâlâ şaşırılırken, “kadın” kelimesi sıfata dönüştürülüp mesleğin önüne geldiğinde, eklenmiş bir dipnot gibi duruyorsa; burada mesele sadece kelime değil, algıdır.

Bu algılar yalnızca kelimelerde değil; gündelik yaşamın her alanına, özellikle de mesleki kimliklere sızarak kendini yeniden üretir. Bir kadını mühendis, cerrah, yazılımcı, köy muhtarı ya da itfaiyeci olarak görmek hâlâ cümle içinde açıklama gerektiriyorsa ya da bir erkeği hemşire, anaokulu öğretmeni ya da balet olarak duyduğumuzda şaşırma eylemi içerisindeysek  burada mesele yalnızca istisnaları belirtmek değil, normları sorgulamamaktır çünkü sorun, birini anomali gibi sıfatlandırmakta değil; belirtmeden doğal kabul edebilmekte gizlidir.

Bir “kadın polis”i söylerken ekstra vurgulayıp, “erkek hostes”i sessizce söylüyorsak; “kadın başına o işe mi kalkıştın?” ya da “erkek adam böyle iş mi yapar?” gibi cümlelerle karşılık veriyorsak dil, sınır çizen bir araca  dönüşmüş demektir.

Toplumun dilinde yer etmiş deyimler, atasözleri bile çoğu zaman bu aracın bir parçası olmuştur : “Erkek adam ağlamaz”, “kız gibi davranma”, “kadın dediğin sessiz olur”, “elinin hamuruyla erkek işine karışma”, “kız kısmı laf dinler”… 

Bu sözler yalnızca kelimeler değil; zihinsel haritalardır. Kadına sabır, suskunluk, itaat düşer iken  erkeği ise güç, tahakküm, duygusuzluk ile betimler. Oysa hem susmak hem konuşmak, hem ağlamak hem direnmek cinsiyetsizdir. Hassasiyet de cesaret de, zekâ da emek de insanidir.

 

En derin devrim, çoğu zaman en sıradan cümlelerin içinden yükselir. Hangi kelimeyi savunduğumuz, hangi sözü sessiz bıraktığımız, kimi tanıdığımız ve kime ses verdiğimiz; tüm bunlar devrimin yapı taşlarıdır. Belki de en büyük adım, o cümleleri ilk fark ettiğimiz andır.

Ve belki de en çok burada başlar devrim: Bir kelimenin yükünü fark ettiğimiz anda, bir cümledeki dışlamayı hissettiğimiz anda, bir meslek adının önüne cinsiyet eklemeden konuşabildiğimiz anda. 

Bu yüzden değişim bazen büyük pankartlarla değil; bir çocuğun sözlüğünde başlar. Belki de en büyük devrim çocukların ‘Anne, kadınlar bu mesleği yapabilir mi?’ sorusunun varlığını bilmedikleri sabahlara uyandıklarında gerçekleşecektir.

 

Saadet Azra AYDIN

Leave a comment