Skip links

Yaşanmışlıklarını Eserlerine Yansıtarak Edebiyata İz Bırakmış Kadın: Tezer Özlü

Kadın, sanatın ruhu; edebiyatın sözcüsü; kültürün taşıyıcısıdır.

Edebiyat dünyasında kadın yazarlarımızın sesine kulak verdiğimiz blog serimizin üçüncü blogu ile sizlerlerleyiz! Bu blog yazımızda yine kalemine, yazdıklarına hayran olduğumuz bir Türk kadın yazar bizimle olacak.

Sizi bilmem ama benim için kendi yaşamından izleri kitaplarında bulduğum yazarların bendeki yeri çok özel oluyor. Hatta böyle kitapları okurken aklımda şu sorular canlanıyor: Acaba bu kitabı yazan hayatında neler yaşadı da böyle bir hikaye yazdı, ona ne ilham verdi nasıl bu kadar duyguyu karşıya geçiriyor, kelime seçimlerini ve olayı aktarış biçimini nasıl seçiyor. Bu yazıda size anlatacağımız yazarımız da işte tam böyle bir yazar: Karşınızda Tezer Özlü!

Tezer Özlü’nün Hayatı

Tezer Özlü 1943 yılının 10 Eylül’ünde Kütahya’da doğdu. Çocukluğu anne ve babasının görev yaptığı yerde geçti. 10 yaşında İstanbul’a geldikten sonra Avusturya Kız Lisesinde eğitim almaya başladı. Maceracı ruhu ile 1962 ve 1963 yıllarında otostopla Avrupa’yı gezdi. Bu cesur kararı aslında onun karakterini de oluşturmuş oldu.

Attığı her adımda yenilikçi ve maceracı ruhu onunla beraberdi. Avrupa’yı gezerken Paris’te tanıştığı tiyatrocu ve aynı zamanda kendisi gibi yazar olan Güner Sümer ile 1964 senesinde evlendi. Bu sırada Tezer Özlü yazar kimliğinin yanı sıra Almanca çevirmenlik de yaptı. Eşi Güner Sümer’in yönettiği Gizli Ordu oyununda rol alarak tiyatrocu kimliğini de ön plana çıkarmış oldu.

Tezer Özlü’nün Eserleri

Eserlerinden ilki olan Eski Bahçe 1963’ten itibaren dergilerde yayınlanan öykülerinden oluştu. Bu öykülerin arasında çok sevdiğim bir alıntıyı sizlerle paylaşmak istiyorum: “Ama bu çöküşte seni hangi insanlar, hangi kurumlar kurtarabilir sen istemedikten sonra? Sen kendi yaşamını kurtarmadıktan sonra.”

Bu cümleleri okurken çok farklı hissettim. Aslında dışarıdan gelen herhangi bir etki bizi bir şeylere adım atmak için zorlasa da içeriden gelen motivasyon olmadığı sürece hiçbir şey yapamayız. Yani biz istemedikten sonra herhangi birinin bize bir şey yapabilmesi mümkün değil çünkü kendi içimizde onu halletmemiz ve yapabilecek hale gelebilmemiz gerekiyor. Aslında düşündüğümüzde basit bir cümle ama bazen fark edemediğimiz bir durum olabiliyor. Sizce herhangi bir güçle mi ayağa kalkmalıyız yoksa içimizden gelen bir istekle mi bir şeyler yapmalıyız?

İlk romanı ise 1980 yılında Çocukluğun Soğuk Geceleri yayımlandı. Tezer Özlü’nün ilk romanı, yaşamın yalnızca başlangıcını oluşturmakla kalmayan, sürekli dönülen çocukluğunu yansıtıyor. Türk edebiyatındaki kadın yazarlarımızdan Tezer Özlü bu romanında çocukluk anılarının gerçekliğine sığınıyor.

“Bazı kitaplar, gerçek yaşamdan daha duyarlı, daha büyük boyutlara götürüyor beni.” Romanda bu cümleyi ilk gördüğüm an hissettim ki kitapların uçsuz bucaksız dünyasına kapıldığımızda aslında hayat daha yaşanılabilir hale geliyor çünkü bazı soruların cevabını bulamayınca kitaplara sarılabiliyoruz.

O hiç bilmediğimiz farklı evrenlere girdiğimizde kendimizi bambaşka hayatlarda bulabiliyoruz. Bu durum hem empati yeteneğimizi geliştiriyor hem gerçek dünyadan uzaklaşıp apayrı dünyaların karakterleri ile baş başa kalmamızı sağlıyor. O evrende belki de kendimize bir yer buluruz. Bu evreni tarif etmek mümkün değil çünkü hiç kitap okumayan birine bunu nasıl anlatabiliriz ki?

Yaşamın Ucuna Yolculuk, Tezer Özlü’nün Almanca kaleme aldığı “Auf dem Spur eines Selbsmords” (Bir İntiharın İzinde) adıyla 1983 Marburg Yazın Ödülü’nü alan romanıdır. Bu kitap Tezer Özlü’nün kendi hayatından izler taşıyan varoluşsal sorgulamalarla dolu hayatın anlamını, acıları ve ölümü içeren bir kitap olarak hala okunmaktadır. Yazarın ruh halini ve çalışmalarını anlatan bu kitap sınırları zorlayarak okura kendini açar. Ölüm ile yaşam arasındaki çizgi ele alınmış diyebiliriz.

Sonuç

“Doyum içinde ayrılacağımı sandığım bu yaşamdan, zaman zaman algılıyorsun ki hiç de doyumla ayrılmayacaksın. Hiç yaşanmamış gibi. Doyum mümkün mü?” Yaşamın Ucuna Yolculuk romanından altın yüzüğüm bugün neler aslında gerçekleri yüzümüze sert bir şekilde vuruyor çünkü bence hayat bazen tam anlamıyla yeterli diyebileceğimiz bir şey değil.

Yani bazen olmak istediğimiz şeye ulaşamadığımızda ya da varmak istediğimiz yere varamadığımızda hissettiğimiz şeyler belki de normaldir. Her şeyin istediğimiz gibi gitmesini ve istediğimiz gibi bir hayat yaşamayı hep bekliyoruz. Hatta bu istek bazen o kadar fazla oluyor ki önümüze engeller çıktığında veya tökezlediğimizde umutsuzluğa kapılıyoruz. Oysa bir durup düşünmek gerekiyor. Gerçekten isteklerin ve beklentilerin bir sınırı var mı?

Bana sorarsanız yok derdim çünkü hayatımız boyunca hep bir şeylerin en iyisini ve daha iyisini istemeye devam edeceğiz. Böyle bir hayat gerçeği karşısında doyuma ulaşmak ne kadar mümkün bunu bir kendimize sormamız lazım. Tıpkı Tezer Özlü’nün de dediği gibi doyum mümkün mü gerçekten? Yoksa bazı şeylerin tadı damağımızda kalsa veya özlesek hayat nasıl olurdu, daha yaşanılabilir olur muydu?

Nazlıcan GÜVENOĞLU & Meryem DAĞ

Leave a comment